Milli ve Manevi Değerler
Milletleri ve toplumları, sahip oldukları milli ve manevi/ahlaki değerlerin ayakta tuttuğuna çoğu kez tarih tanıklık etmiştir. Milli ve manevi değerleri zayıflayan millet ve toplumların ise çöküş yaşadığı bilinmektedir. Bizans ve Roma´nın çöküşü buna örnek teşkil edebilir. Ama daha da eskiye dayanan „toplumsal çöküş“ün en çarpıcı örnekleri ise Sodom (Şezum) ve Gomore[1](Omore) ´dir.
Tarih sahnesinde en uzun kalan milletlerden biri, şüphesiz milli ve manevi değerleri toplumsal dokusunda çok iyi barındırabilen Osmanlı İmparatorluğu´[2]dur (1299-1923). Öyleki bireyleri, milli ve manevi/ahlaki değerlerine bağlı yetişen toplumların, çağdaş gelişmelere de ayak uydurdukları takdirde, başarılı olmamaları için bir sebep yoktur.
Medeniyetlerin oluşumunda, maddi unsurlar kadar milli ve manevi değerlerin önemini de belirtmeden geçemeyiz. Maddi unsurlara dayalı medeniyetler, manevi değerleri ihmal ettiklerinde uzun ömürlü olamazlar. Çünkü medeniyetlerin bir amacı da kendisini ayakta tutan birey ve toplumun mutluluğunu sağlamaktır. İnsanın doğasında ise maddi ve manevi unsurlar vardır. Haliyle o zaman her iki eğilimi de tatmin edebilecek bir medeniyet anlayışına ihtiyaç duyulacaktır. Burada şu hususu vurgulamakta fayda görmekteyiz; elbette maddi kalkınma önemlidir; ancak maddi gelişim projeleri, milli ve manevi değerler feda edilerek değil, aksine birbiriyle uzlaştırılarak gerçekleştirilmelidir.
İçinde bulunduğumuz batı toplum ve medeniyetini, maddi açıdan mükkemele yakın olarak niteleyebiliriz. Ancak özellikle manevi/ahlaki değerler açısından aynı şeyi söylemek mümkün gözükmemektedir. Bugün sözkonusu maddi refah toplumlarında, maddi imkanların getirdiği doyumun, insanı mutlu etmekte yetersiz kaldığı anlaşılmaktadır. Mesela; Dünya Sağlık Örgütü ve Belçika Sağlık Örgütü verilerine göre; yaklaşık on milyonluk Belçika´da, günlük ortalama 7 kişi intihar etmektedir; intihar edenlerin % 75´nin de erkek olması ilginçtir ki; burada batı kadınının, erkeklere nisbetle, toplumsal travmalardan daha az daha etkilendiği tezi öne sürülebilir. Ayrıca bu ülkede son on yıl öncesine göre bu vakıalar iki kat artmış durumdadır.[3] Şu hale göre, adıgeçen ülkede bireyler için sağlanan iş imkanı, geniş kapsamlı sosyal güvence, yüksek hayat standardı, her türlü sosyal aktivite gibi olanaklara rağmen, intihar olaylarının yüksekliği dikkat çekicidir. Tabi ki, bu veriler, kıta avrupası için genelleme yapmaya yeterli değildir, ancak orta derecede bir ülke sayılabilecek ve Avrupa Birliğinin Merkezi´nin bulunduğu böyle bir ülkede, konuyla ilgili yabana atılmayacak ipuçlarının bulunması dikkat çekicidir.
Öyle görünüyor ki, „batı medeniyeti“nin alternatifi yine kendisi olmaya devam edecektir. Burada batı medeniyetini övme ya da yerme amaçlanmamış, sadece mevcut hal, nesnel olarak betimlenmeye çalışılmıştır. Fakat şurası da bir gerçektir ki, batı medeniyeti, ileri teknolojinin ve yüksek ekonomik üretimin yardımıyla -haklı olarak- kendini ‚merkez‘ aldırtmaktadır. Ama mevcut zihniyetle İslam´ın/doğunun alternatif bir medeniyet sunması da şimdilik ufukta görünmemektedir. Bu noktada İslam´ın, ahlak, medeniyet ve entellektüel boyutları ön plana çıkarılmalıdır. Eğer başarılabilinse bu çıkış, süratle tek kutuplu olmaya giden bir dünyada, doğunun olduğu kadar batının da hayrına olacaktır. Çünkü batı dünyası, sivil toplum örgütleri ve güçlü kilise organizasyonlarına rağmen manevi/ahlaki değerlerini hızla tüketmektedir. Bunların başında „aile kavramını“ zikredebiliriz. Bazı Avrupa ülkelerinde, erkek erkeğe ve kadın kadına evlilikler yapılmakta; dolayısıyla, ana-babaerkil; büyük ve çekirdek aile kavramlarından sonra bir başka ya da garip bir aile kavramı daha ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Kanımızca bu durum, ahlaki/manevi yozlaşmanın bir ifadesidir. Bu yozlaşma, kısmen Moral/Ethik değerlere dayanan batının, geleneksel toplum yapısıyla da çatışmaktadır. Batı dünyasının akl-ı selimle hareket ederek, sosyal bünyesine zarar vereceği kaçınılmaz olan bu durumu gözden geçireceğine ve yeniden doğal/fıtri haline dönüştüreceğine olan inancımızı korumak istiyoruz. Nitekim haftalık Der Spiegel dergisinin öne çıkardığı bir yazıda, Almanya´nın batılı değerlere daha açık bir şekilde sahip çıkması gereği[4] üzerinde durulmaktadır.
Dil, din, tarih ve bunların oluşturduğu kültür, tecrübeye dayalı örf ve adetler, normlar, aile, kutsal zaman ve mekanlar, bayrak, vatan, istiklal marşı v.b. milli ve manevi değerlerin oluşumuna dikkat edildiğinde, bu değerlerin, birbirinden ayrılamayan ve deyim yerindeyse birbiriyle etle tırnak gibi bütünleşen ortak değerler olduğu anlaşılır. Zamanla birey ve toplumlar tarafından içselleştirilen bu değerler, millet ve toplumları ayakta tutan asıl öz ve cevherlerdir. Esas konumuzla da ilintilendirmek açısından da diyebiliriz ki; milli ve manevi değerler millet ve toplumlar için hayati iksirlerdir. O halde bu doğal denge hem bozulmamalı ve hem de korunmalıdır.
Ancak burada „modernite“ nin, tarih ve geleneğe dayalı bu değerlere meydan okumaya devam ettiğini söylemeyi abartılı bulmamalıdır diye düşünüyorum. Modernitenin dayandığı bilimsellikle inanç alanını bibirine karıştırmamaya özen gösterilmelidir tezini savunuyorum. Bilim ve inanç temelde farklı argümanlara sahiptirler ama asla birbirlerine zıt olarak değerlendirilmemelidirler. Bu noktada şunu unutmamak gerekir ki, yıkılan ya da ortadan kaldırılan her bir „değer“´in yeri mutlaka başka bir değerle doldurulmalıdır. Aksi takdirde, doğa boşluk götürmez ve zamanla toplumsal çöküşe zemin hazırlanmış olunur.
Hiçbir milli, ahlaki ve manevi değer küçümsenemez, bireysel ve toplumsal hayattan kovulamaz. Modernitenin getirdigi tüm olumsuzluklara rağmen, geleneksel izler taşıyan Müslüman-Türk toplumu ve onun bireylerinin; özünde bulunan ve kendisiyle özdeşleşen milli ve manevi değerlerine sahip çıkacağına inancımız tamdır.